19 Eylül 2015 Cumartesi

BAĞIMSIZLIK ÖNCESİ ABD TARİHİNE GENEL BİR BAKIŞ


Amerika, kuruluşundan itibaren çok kısa bir sürede dünya sahnesine çıkmış ve burada kendine çok güçlü bir konum elde etmiştir.Kuzey Amerika’nın bu kadar hızlı büyüme ve gelişmesinde bir çok faktör önemli rol oynamışlardır. Öncelikle Amerika kıtasının bazı doğal özelliklerinin Amerikan ulusunun gelecekteki hayatı üzerinde belirli etkiler bırakması kaçınılmazdı.Amerika kıtasının kuzeyinde ilk Avrupalı göçmen kolonisi 1600’lü yılların başında kurulur. (1607-Jamestown,Virginia) İlk kolonilerde Avrupalı göçmenler yaşamlarını sürdürebilmek için, kıtanın yerli insanlarının yardımına ihtiyaç duyarlar.Ancak daha sonra John Rolfe’un tütün tohumlarını yeni bitkiler ile melezlemesiyle kolonilerin kaderi değişir ve tütün yaklaşık on yıl içerisinde Virginia’nın temel geçim kaynağı haline geldi.Amerika’nın kolonileşme döneminde gelecek kuşakları etkileyecek gelişmelerden bir diğeri ise İngiltere’den kaçıp Yeni Dünya’ya göç etme kararı alan reformist Protestan hareket olan Püritenlerin kendi aralarında imzaladıkları Mayflower Sözleşmesi isimli belgedir.Bu sözleşmenin temelinde eşitlik ve adalet duyguları yer alır ve bu belge gelecekte çıkacak olan Amerikan yasalarında referans olarak gösterilecektir.Amerika kıtasındaki kolonileşmenin ilk zamanlarında çeşitli milletlere mensup insanlar,kar amacıyla kurulmuş ve Avrupa hükümetlerinden ( özellikle İngiliz hükümeti ) imtiyaz kazanmış şirketler tarafından  Yeni Kıta’ya gönderiliyorlardı.İnsanların Yeni kıtaya göç etmesinde gerek ekonomik gerek siyasi,dini,kültürel bir çok sebep etkili olmuştur.Bir çok milletten insanlar Kuzey Amerika’ya göç ediyordu ve bir çok Avrupa devleti bu yeni kıtada egemenlik tesis etmek istiyorlardı.İngilizler ve Fransızlar arasında yapılan Yediyıl Savaşları sonucunda kıtadaki Fransız egemenliği azalmış ve İngiliz egemenliği pekişmiştir. Bağımsızlıktan önce koloniler siyasi sistem olarak,  İngiliz İmparatorluğu kralına bağlı  ve onun atadığı vali tarafından yönetiliyorlardı.Bu valilerin yanında kolonilerin kendi içinde oluşturdukları meclisler de görev yapmaktaydı ancak bu meclislerin yetkileri oldukça kısıtlıydı. İngiltere’deki Görkemli Devrim(Glorious Revolution)’dan sonra kraliyetin koloni meclislerine baskısı biraz hafifledi. Devrimden sonra koloni meclisleri, vergi alınmasında ve harcama yapılmasında oy sahibi olma hakkı ve sadece valinin önerilerine uygun davranma yerine yasama işlemleri başlatma hakkı kazandılar. Meclisler anılan haklarını, hem kraliyet velilerinin gücünü frenlemek hem de kendi güçlerini ve etkilerini arttıracak yeni önlemler almak için kullandılar. Meclislerle valiler arasında sık sık görülen çatışmalar, kolonicilerin, Amerikan ve İngiliz çıkarları arasındaki ayrılıkları görmelerine yaradı.Bu meclislerin yerleştirdiği ve kolonilerde yaşayan insanların kafasında var olan bağımsızlık fikri ileride İngiltere’ye karşı girişilen bağımsızlık hareketinde önemli bir rol oynayacaktı.Bunun yanında pek çok insan göç ve yeni dünyada yaşam için gerekli olan parayı karşılayamıyorlar ve Virginia Company, Dutch West India Company gibi kolonizasyon şirketleri tarafından bir sözleşme imzalatılarak Yeni Dünya’ya gönderiliyordu.Bu sözleşme karşılığında sözleşme imzalayan insanın göç masrafları şirket tarafından karşılanıyor, bunun karşılığında insanlar belirli bir süre boyunca şirketin altında şirkete bağlı olarak çalışıyorlardı.Bu süre bittikten sonra özgür kalıyorlardı ve kendilerine özgürlük tazminatı veriliyordu.Afrikalı insanlarda Kuzey Amerika’ya bu yollarla getirilmişlerdi ve bu insanlara daha sonra özgür olacağı gözüyle bakılıyordu.Ancak daha sonra iş gücü talebi artınca kölelik sistemi yaygınlaşmıştı.Amerika’nın kuzeyinde kölelik Virginia’daki yerleşimcilerin işgücü arayışıyla başladı ve Güney kolonilerindeki büyük çiftliklerde işçi ihtiyacı arttıkça kölelik sistemi yaygınlaştı.Amerika’daki kölelik sisteminin acımasızlığı 2 sebepten dolayı daha fazla artmıştır.Bunlardan bir tanesi, Amerika’daki kölelik sistemi sınırsız bir kar amacı üzerine kurulmuştur.İkinci olarak, bu köle sistemi siyahları köle olarak gören ırkçı bir nefrete dayanır.Amerika köleliği, ABD tarihinin en karanlık sayfalarından birisidir ve ilk kolonilerin kurulmasıyla başlayan bu sistem iç savaşın sonunda kaldırılmıştır ancak siyahlara yönelik ayrımcılık ve nefret günümüzde de devam etmektedir.Bağımsızlıktan önce kıta kolonileri, kuzey (New England), orta ve güney koloniler olmak üzere üç aşamada incelenir.İngiliz hükümetine karşı ayaklanılmadan önce koloniler arası iletişim oldukça zayıftı ve koloniler kendi hallerinden birbirlerinden bağımsız şekilde yaşayışlarını sürdürüyorlardı.İlk koloniler genel olarak Kuzey Amerika’nın doğu bölgesine kurulmuşlardır. Bunda Amerika kıtasının coğrafi yapısı (Appalachian Dağları,Missisipi Havzası) ve kıta Avrupa’sına doğu bölgesinin daha yakın olmasının etkisi vardır.Kuzey kolonileri ya da başka bir deyimle New England kolonileri (Massachusetts,New Hampshire,Connecticut,Rhode Island ) daha çok ticari anlamda gelişmişlerdi.Eğitim ve kültür düzeyi diğer kolonilerden daha üst düzeydedir.Kuzey koloniler yapı olarak daha homojen gruplardan oluşurlar.Kuzey koloniler ileride Amerikanın en gelişmiş bölgelerini oluşturacaktı.Orta koloniler (New York,New Jersey,Pennyslyvania,Deleware) Kuzey kolonilere göre daha kozmopolit bir yapıya sahiplerdir. Dini açıdan daha hoşgörülü ve daha heterojen bir yapıya sahiplerdir.Güney koloniler (Virginia,North Carolina,South Carolina,Maryland,Georgia ) ise daha kırsal tabanlı kolonilerdir.Kölelik sisteminin en yaygın olduğu koloniler Güney kolonileridir.Plantasyonlar üzerinde üretilen tütün,şeker,pamuk kolonilerin temel geçim kaynağını oluştururken İngiliz hükümeti 1763’te çıkardığı bir kraliyet bildirisiyle batıda Florida’nın Appalachian bölgesi, Mississippi Nehri ve Quebec arasında kalan tüm topraklar Kızılderililerin kullanımına ayrıldı. Saray böylelikle, 13 koloninin Batı’daki topraklar üzerindeki tüm hak iddialarını ortadan kaldırmayı ve batıya yayılmayı önlemeye teşebbüs ediyordu. Her ne kadar hiçbir zaman etkin bir biçimde uygulanamamış ise de, Kolonicilerin gözünde bu önlem, onların Batı’daki toprakları işgal edip oralarda yerleşmelerini sağlayan en temel haklarının engellenmesi anlamına geliyordu ve bu bildiri Koloniler ile İngiliz hükümetinin arasını açan gelişmelerden biri oldu.İngiliz hükümeti kolonilerin nüfusunun artması ve elinde tuttuğu toprakların artması nedeniyle kolonileri kontrol etmekte zorlanıyordu.Bunun üzerine kolonilerle ilişkileri düzenleyen bir çok yasa çıkardılar.Bu yasalar koloniler tarafından tepki ile karşılandı ve bağımsızlığa giden yolda en önemli yapıtaşlarından birini oluşturdu.Koloniler ve yabancı gemiler arasında ilişkileri yasaklayan Navigation Act ile başlayan bu yasalar silsilesi Şeker Yasası ( Sugar Act ) ve Pul Yasası(Stamp Act)  gibi tepki çekici yasalar ile devam etmiştir.Bağımsızlığa giden yolda bir çok önemli dönüm noktası olmuştur.Bunlar Pul Yasası,Boston Çay Partisi,Boston Katliamı,Towshend Yasaları gibi olaylardır.1770 yılında Pul ve Townshend yasalarının yarattığı sorunlar sonucunda İngilizler kolonilere asker gönderdiler.İngiliz askerleri ile Bostonlular arasında olan düşmanlık şiddete dönüştü.İngiliz kraliyet askerleri üç Bostonlu vatandaşı öldürdüler ve bu olay tarihe Boston Katliam’ı olarak geçti.Katliam kolonilerdeki İngiliz düşmanlığını bir nebze daha arttırdı ve İngiliz karşıtı haraketleri cesaretlendirdi.Bu olay sonucunda İngiliz hükümeti kolonilere olan tutumunu yumuşattı ve çay dışında olan bütün ürünlerde yeni düzenlemelere gidildi.Bunun yanı sıra 1773 yılında İngiliz hükümetinin kolonilerdeki çay tekelini Doğu Hindistan şirketine vermesiyle yeni bir olay ortaya çıktı.Çayın tekelleştirilmesini protesto eden Bostonlu insanlar Bostan limanında bulunan üç ingiliz gemisindeki çayı denize boşalttılar.Bu olay literatüre Boston Tea Party olarak geçti ve bağımsızlık hareketinde çok önemli bir sembolik rol oynadı.Bağımsızlığa giden yolda ekonomik anlaşmazlıkların yanında teorik anlaşmazlıklarda ortaya çıktı.İngiliz parlementerler,Parlementonun koloniler için yasa çıkaracağını savunurken Amerikalılar sadece krala bağlı olduklarını savunuyorlardı.Bağımsızlığa giden yolda bir çok faktör önemli olmuştur ve bu faktörlerden bazıları Amerika’nın bağımsızlık sonrası yaşamını etkilemiştir.Mektuplaşma komitelerinin kurulması,Özgürlük Çocukları devrim yolunda rol oynamışlardır.Bağımsızlık fikri, 1776’dan önce de halkın bir bölümünün zihnindeydi ve isyan kendinden ortaya çıkmış bir şey değildi.Bağımsızlıktan önce Amerika’da genel olarak kolonilerde Avrupa’daki çeşitli baskılardan kaçmış insanlar yaşıyorlardı.Koloniler arası bağlantılar çok zayıftı.Bağımsızlıktan önce bir ortak ülkü görüşünden ziyade kolonilerde bireyselcilik ön plana çıkmıştır.Bu bireyselci yaklaşım ileri ortak bir ulus kavramı yaratmada zayıflıklara yol açacaktır.Bunun yanında bağımsızlık öncesinde ortaya çıkan kölelik kurumu,ABD’nin geleceğinde çok büyük etkiler yaratacaktır.

                                                                                                                    
                                                                                                          Çağatay Kılıç

KAYNAKÇA

Howard Zinn- Gençler İçin Amerika Birleşik Devleti Halkları Tarihi

Alan Nevins- ABD Tarihi

http://www.usemb-ankara.org.tr/

The Cambridge Economic History of the United States, Volume 1


29 Ağustos 2015 Cumartesi

İKTİDAR KAVRAMI ÜZERİNE




Türkiye, koalisyon hükümetinin 45 gün süreyle kurulamamasının ardından 1 Kasım tarihinde yeniden seçimlere gidiyor. 7 Haziran’da tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edemeyen Adalet ve Kalkınma Partisi, 1 Kasım’da yeniden bir hüsran mı yaşayacak; yoksa istediğini alacak mı bilinmez. Bilinen, seçim kazanıldığında “milli irade” olarak görülen sonuçlar, seçim kaybedildiğinde “milli irade” olarak görülmedi.  Aslında “milli irade” ifadesinin kullanımı, bu durumdan önce de bir eksiği beraberinde taşıyordu. Seçimde oy kullanan vatandaşların, sadece kendine oy veren kısmı “milli irade”den ve “millet”ten sayılıyordu. Millet kelimesi, Türkiye sağında “Yeter söz milletindir” sloganıyla, “Milletin adamları: Astınız, zehirlediniz, yedirmeyiz” görselleriyle özel bir yere sahip. Benzer bir kullanım, halk kelimesi nazarında Türkiye solunda var. Örneğin, “Halkımıza çağrıdır” ile başlayan bildirilerde kastedilen halk “kurtarılmış bölge” olarak görülen mahallelerde oturan ve bildiriyi yazanlarla aynı görüşte kalan insanlardır. Çoğu siyasi sohbette ise “Bu halktan da bir şey olmaz” diye konuşur halkın bir parçası olan ve halkı kendinden ayrı bir özne olarak gören insanlar. Oysa çocukken öğrendiğim, halkın “Bir milletin günümüzde yaşayan hali” olduğuydu.
Kelimeleri farklı da olsa, güç sahiplerinin kendi taraftarına ve kendinden olmayana bakışı aynı. Halk ve millet kelimeleri bazında kalan bu basit karşılaştırmayı pek çok farklı alana yayabiliriz: İktidar olan partilerin yanında iktidara alternatif olduğunu söyleyen örgütlü yapılarda bir sorun var. Şiddeti yöntem olarak kabul eden sol örgütler, karşı oldukları devlet düzenindeki pek çok araca ve uygulamaya kendileri de sahip. “Herkesin özgür olması” adına mücadele ettiğini söyleyen bir grubun tüm mensuplarının üzerinde tek tip bir kıyafet ve ellerinde tek tip bir flama varsa, eleştirdiği devlet düzeniyle arasında bir fark görmek zorlaşıyor. Foucault, muhalif gruplarda da benzer güç ilişkilerinin işlediğini söyler. Toplumda var olan güç ilişkilerini pek çok grup, muhalefet adı altında kendi içinde yeniden üretmektedir. Disipliniyle, liderin/ önderliğin sorgulanmazlığıyla karşımıza çıkan yapılara bir alternatif lidersiz, yatay örgütlenme yoluna gitmiş organizasyonlar olabilir mi, yoksa bu organizasyonlarda da güç ilişkisi bir şekilde kendisini tekrar eder mi? Pratikte karşımıza çıkan, yatay örgütlenmeye giden topluluk ya da platformlarda da kimi insanların daha ön plana çıkmış olması. “Halk ayaklanması” olarak görülen ve lidersiz olmasıyla göze çarpan Gezi Parkı eylemlerinde bile öne çıkan konumda siyasetçiler; Sırrı Süreyya Önder gibi, oyuncular; Memet Ali Alabora gibi, platformlar; Taksim Dayanışması gibi vardı.
Gezi’nin arkasına kurulan park forumları, doğrudan demokrasinin bir örneği olarak karşımıza çıktı ve ezber bozdu. Yerel ve ya da genel sorunlarını parklarda konuşan, ortak akılla çözüm bulmaya çalışan bu forumlar zaman içerisinde kalabalıklarını yitirdi ya da dağıldı. Ancak ortaya konan demokrasi biçimi, Türkiye’nin geleceğinde, şu anda siyasi partiler üzerinden giden siyaset yapısının yerini alabilir. Ömrünü bir gün yitirecek olan siyasi partilerle ülkeyi yönetme biçimi, yerini belki başkanlık sistemine ve başkanın etrafındaki yöneticilere, belki de insanların kendi yerellerinde toplanıp sorunlarını konuştuğu ve çözüme ulaştığı modellere bırakacak. Ancak bu ikincisi gerçekleştiğinde de, farklı modellerin birbiriyle çatışması ve en temelde ideolojik ya da dini olarak ayrışan ama aynı yerde, örneğin Tophane’de, yaşayan grupların arasında meseleler doğması kaçınılmaz. Güçlü çıkacak topluluk, bir diğerini yine ezecek.
Ezilenin güçlenince, kendisine yapılanı bir başka gruba yapması hem Türkiye siyasetinin bir özeti, hem de dünya tarihinin. Dayak yiyerek büyüyen çocuk, büyüdüğünde kendi çocuğunu dövüyor. Balkanlar’da katledilen Türklerin ardından Anadolu’da Ermeniler ve Kürtlerin yaşadığı acıları, Karabağ’da Azeri topraklarının işgali, Türkiye’de “Zazalar Kürt mü?” tartışmaları izledi. Nazilerin toplama kamplarına götürdükleri Yahudiler ve İsrail’in Filistin’de uyguladığı katliamlar ise bir başka örnek.  Her biri, var olan güç ilişkilerinin, güçsüz olanın güç kazanmasıyla yeniden üretilmesi.  
Dayak yiyen çocuğun kabuğunu kırması kolay değil. Devletin ideolojik aygıtı olarak inşa edilen eğitim sistemine maruz kalan çocuklar, gençlik yıllarında daha farklı siyasi reaksiyonlar göstermiyor, vicdanın diliyle konuşmuyor olabilir. Ancak iktidar olanın görüşünü benimseyen, propagandasına kanan gençlerin farklı düşünebiliyor hale gelmesi pek ala mümkün. Kemalist ideolojiyle büyüyen ve lisede milliyetçi olan çocuklar, üniversite yıllarında sol görüşleri benimseyebiliyor, Kürt Hareketi’ne dâhil olabiliyor, ya da bir siyasi harekete eklemlenmeksizin sadece başkalarına karşı empati geliştirmeyi öğreniyor. Bu değişimi, bazen üniversitedeki eğitim, bazen arkadaş ortamı, bazen kitaplardaki bilgilere erişimi, bazen şahit oldukları yeni olaylar, bazen internette kendisine benzemeyen onlarca farklı fikri bir arada görüyor olması sağlıyor. 3 yıl önce Gezi Parkı’nda “Mustafa Kemal’in askerleyiz” sloganını atarken sonrasında Demirtaş’a oy vermeyi düşünenler olması, Gezi’nin getirdiği bir değişim olarak yorumlanabilir. Gezi’yle beraber devleti tanıyanlar ve 30 yıldır medyanın ne gösterdiğini sorgulayanların bir kısmı, Güneydoğu coğrafyasında yaşananlara da farklı bir gözle bakmayı öğrendi, bir kısmı ise hala 30 yıllık pencereden bakmaya devam ediyor. Türkiye’deki her genç, benzer koşullara sahip değil, benzer “aydınlanma”yı yaşatacak olayları yaşamadı. Ancak o kişi de süreç içinde değişebilir. Bu da, bir olaya “vicdan” ve “empati” ile yorum yapmayan kimseleri kesin bir dille yargılamamayı gerektiriyor. Onun değişimine yardımcı olmak yerine, faşist diyip yargılamayı, fikirlerine sansür getirmeyi tercih ederseniz, o değişimin süresi uzayacak ya da değişim hiç gerçekleşmeyecektir. Ancak toplumumuz, yargılamalar ve yaftalar üzerine inşa edildiği için, sizin o kişiye “faşist” dememeniz de zor.
Toplum, modern yaşantımızdaki “normal”leri belirleyip birey üzerinde baskısını kuruyor, davranışlarımız, özgürlüğümüz üzerine limit koyuyor. Nasıl düşüneceğine, nasıl yaşayacağına, neler yapacağına, neyi söyleyeceğine karar verenler çoğu aileden ülke geneline kadar güç sahipleri. Güç sahipleri, güç ilişkilerini; gerek uygulamaları, gerekse söylemleri ile sağlamlaştırıyor. Ekşi Sözlük’teki “akp kurmaylarının fantastik beyanatları” başlığını, henüz denk gelip baştan sona incelemediyseniz mutlaka bakın, insan aklıyla dalga geçercesine edilen lafların bir derlemesi. Ancak bu önceden de böyleydi. Hükümetler her zaman devletti ve Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi ya da Anavatan Partisi’nin iktidarda olduğu yıllarda politikacıların söylemleri daha az fantastik değildi; sadece o yılarda bunların derleneceği ve insanların topluca göreceği bir sosyal mecra yoktu. Bu fantastik beyanatları iktidar medyasında görmüyor olabiliriz, ya da söylenen sözler, farklı bir biçimde lanse ediliyor olabilir. Kendini muhalif olarak konumlandırıp medyanın bu halini eleştirenler, yine güç ilişkilerinin doğası gereği, karşı oldukları iktidar yapılarının kötü bir kopyası. Kendisine alternatiflik addeden medya kuruluşları, tarafsız olduklarını iddia etseler de, kendi yayınları da tarafsız değil; karşı tarafın çizgisinde kalıyor. Karşı çıktığı propagandayı, sansürü, doğrulanmamış bilginin yayımını o da yapıyor. Yani aslında karşı çıktıkları, taraflı yayın değil; hükümetin medyasındaki yayın. Bir medya kuruluşunun, herhangi bir taraftan yayın yapması bence sorun değil, ancak bunu yaparken kendisine “tarafsız” olarak tanımlıyorsa sorun bu noktada başlıyor.
1 Kasım’da oy pusulasına basılacak olan mühür şimdilik sadece kimin iktidar, kimin muhalefet rolünde olacağını belirleyecek. Güçlerin iktidar tarafında da muhalefet tarafında da karşımıza çıkan benzerlikleri, mührün daha fazlasını belirlemesine engel.

                                                                                                                   
                                                                                                         Can Pürüzsüz

12 Temmuz 2015 Pazar

ENSTİTÜLÜ AZİZ


Yer, Erzurum Aşkale Ocaklı köyü.
1938 Erzincan Eğitmen Kursu'ndan mezun olup köye eğitmen olarak tayin edilen bir babadan olan  1934’lük, pırıl pırıl bir portre.
***
Küçüklüğünü, bir köy çocuğunun –bir zamana kadar– tek uğraş ortamı olan tarımın içinde geçirdi.
İlkokul üçü bitirinceye kadar Ocaklı'daydı. Eğitmen, üçe kadar okutabiliyordu çünkü. Bu eğitimden sonra köy enstitüsüne girebilmek için sınava girdi, kazandı. 1944’te Erzurum Pulur Köy Enstitüsü'ne başladı.
***
Spor derslerinde boş bırakılmadıklarını, teknik sayılabilecek eğitim aldıklarını söyledi.
Tarım derslerinde, okulun çevresindeki arsaları çapaladıklarını, ekime hazırladıklarını, çağdaş tarım tekniklerini öğrendiklerini, muhtelif meralarda sebze yetiştirdiklerini, okulun mutfağında bunların kullanıldığını, yani kendi ürettiklerini tükettiklerini söyledi.
Duvar yaparlardı, çatı kurarlardı. Yani, kendi yaptıkları okulda okuduğunu söyledi.

Önceden müşterek (karma) okuduklarını söylerken, ilerleyen yıllarda onların ayrıldığını ve bütün enstitülü kızların saçma sapan söylentiler ve 46’yla birlikte gelen seçim kaygısı nedeniyle belirli bir-iki enstitüde toplandıklarından hüzünle söz etti.
***
İsmet Paşa, fırsat buldukça enstitüleri ziyaret ederdi. Bir yaz günü, sıra Pulur Köy Enstitüsü’ndeydi…
Ilıca istasyonunda coşkuyla karşılanan İnönü trenden indi, kırmızı yanaklı şişmanca çocuğun yanaklarını sıkıp “Ne sıhhatli, ne güzel bir çocuk!” dedi. Ve elini, onun üzerindeki kapkalın kumaşlı şeye götürüp “Senin başka giysin yok mu?” dedi. “Hayır.” dedi, “Yaz kış bunu giyeriz.” İnönü’nün emriyle hepsinin ölçüleri alındı, yazlık giysilerine kavuştular.
O günden sonra İsmet Paşa’yı “omzuma dokunan tarih” diye andı…
***
Enstitüsünün kapatılmasıyla mezuniyetinin aynı seneye denk gelmesi onun için “acı şans” tı…
***
Mezun olduktan sonra Aşkale’nin Abdalcık köyüne tayin oldu. Orada iki yıl öğretmenlik yaptı. Sonrasında kendi köyüne, Ocaklı’ya atanıp dört yıl da doğduğu toprakların çocuklarını yetiştirdi.
***
Okul, harap bitap haldeydi. Yenisinin yapımı için gerekli mercilere başvurdu. Köye yeni bir okul yapılması programa alındı. O da, boş kalamam deyip, yine Aşkale’nin Liç köyünün ilkokuluna tayin oldu. Burada hem ilkokul öğretmenliği hem de müdürlük görevini yürüttü.
On seneyi doldurduktan sonra, not durumuna göre başka bir ile nakli uygun görüldü. Puanı yüksekti. Bakırköy Güngören köyüne atandı. 
***
Çocukları vardı. Kira ödeyecek durumu da yoktu. 
Dağ başında bir okulda, son derece temiz ve disiplinli bir düzen kurmayı başarmıştı. Gelen müfettiş, coğrafi olarak daha gelişmiş olması beklenen yerleri gördükten sonra onun okulunda hayrete düşmüştü.
Başarı durumu, tayinini kolaylaştırıyordu. Aynı müfettiş, tertipli, idealist ve deneyimli bulduğu bu öğretmene faydasının dokunmasını istedi. Aldı, milli eğitim müdürüyle valinin yanına çıkarttı, yani tayin iplerini tutan ellere. Vali Vefa Poyraz, başarı durumunun bir bedeli, hakkı olarak istediği yere atanabileceği müjdesini verdi.
Sıradaki durak, henüz yoktu!
Adresi belli, Yıldıztepe’ydi. Burada Yıldıztepe İlkokulu kurulacaktı. Lojmanı da olacaktı.
Yepyeni bir sayfa & çocuklarının başını rahatça sokabileceği bir ev…
Burayı istedi.
1967’de okulun inşası tamamlandı.
Okulun yapım bölgesine şöyle bir baktı. Arazi genişti.
Onun ise, öngörüsü.
Bir kez daha, milli eğitim müdürü ve valiye gitti. Yıldıztepe İlkokulu’nun çevresindeki 14 dönüm arazinin boş olduğunu, okulun bittiğini söyledikten sonra bu arazinin çevrilip, tapusunun da okul üzerine geçirilmesini; bunu takiben ortaokul ve lisenin de buraya eklenebileceğini söyledi.
Teklif, iki idarecinin de çok hoşuna gitti. Vali, ona, temsilen tapuya gitmesini, gerekli işlemleri yapmasını, bir ücret talebi durumunda kendisinin kefaletinin hatırlatmasını söyledi.
Müteahhide duvar planını anlattı. ''Böyle çevrele, sonra da okulun yol tarafına kapıyı koy.'' falan dedi.
Müteahhit “Hocam, talep ettiğin duvarın yapımına iki okul parası gider.” dedi.
”İsterse üç okul parası gitsin.” dedi, valinin arkasında olduğunu, parasını zamanında alacağını söyledi. Müteahhit baktı; işler tıkırında, ödemeler aksamıyor; arazinin tamamı iki aydan kısa bir sürede yaklaşık bir buçuk metrelik duvarlarla çevrildi.
***
İlkokulla yetinmedi…
Bölgenin zenginlerinden Zihni Küçük’ü buldu. Fabrikatördü. 
İkna etti, teşvik etti, okulun bahçesine bir de lise yaptırdı. 
***
Daha birkaç ay önce, 21. yüzyılın “kentleşmiş” İstanbul’unun göbeğindeki yurdumda iki günlük su kesintisi sonucunda onun her köşesini işgal eden kokular hala “burnumda tüterken”… O dönemin altyapı zorluklarını tahmin etmek zor değil;
Civarda şehirleşme yoktu. Su bir geliyor, bir gidiyordu. Kentleşme yetersizdi. Bu kez gitti, kuyucular buldu. 24 metre derinliğinde, 2 metre çapında bir su kuyusu yaptırdı. Ardından okulun çatı kısmına depolar ve otomatik bağlantılar yaptırdı. Su bittiğinde, bu otomatik sistem devreye giriyordu. O suyla okulun tüm ihtiyaçlarının (temizlik, tuvalet, içme) karşılanmasını sağladı.
***
Sahalardır, şunlardır bunlardır’ı saymıyorum bile.
Benim neslim, okula gidemeyebilmek için doğal afet çıksın diye dua ederken…
O, öğrencilerinin, o kısıtlı koşullarda okullarına tutunmaları adına elinden geleni ardına koymadı.
1986’da emekli olana kadar burada çalıştı.
Binlerce öğrencinin, onlarca öğretmenin müdürlüğünü layıkıyla yaptı.
***İdealist eğitimci kariyerinden sonra sözü, enstitüler hakkında araştırma yapan ve meselelere iki yüz elli gram da olsa bilimsel (yansız) bakabilen insanların aklına takılan görüş ayrılığına getirdim.
Köy Enstitüleri’yle ilgili birbirine uzak iki farklı görüş olduğunu; Kemal Tahir’in başını çektiği grubun “Yirmi yıl zorunlu görev, çocukların az beslenmesi, rejim muhafızı tek tip insan yetiştirme çabası” ile faşist rejimleri çağrıştıran kurumlar olduğunu söyleyenleri ve edebiyatımızın ölümsüz çınarı Yaşar Kemal’in başını çektiği diğer tarafın ise “Biz, Cumhuriyet çağının sanatçıları, romancılar, şairler, ressamlar, kendi kültürümüze, dilimize dönmeyi öğrendik. Tercüme bürosunun çevirdiği dünya klasikleri ile yetiştik. Halkevlerinin, Köy Enstitülerinin kuruluşları bize yardım etti. O Köy Enstitüleri ki, gelecekte dünyamızı gerçek insanlığa kavuşturacak tek eğitim düzenidir.” gibi şeyler dediğini hatırlatıp, bu yaklaşımları nasıl değerlendirdiğini sordum.
Yanıtını dokunmadan aktarayım:
”Bugün tek tek gidilip sorulsa, hemen her enstitü mezununun ‘Ben memnundum.’ diyeceğine emin olabilirsin. Sıkıntılar yaşadık, evet, açlık çektiğimiz de oldu, ama biz köy öğretmenimize tutunmuştuk. O, köyümüzün her şeyiydi. Çiftçisi, bahçıvanıydı. İlericisiydi. Köyde ne doktor ne de hemşire var; aldığı birtakım kurslarla iğneyi şunu bunu halledip, hastalarla ilgilenirdi, sağlıkçısıydı.
Bizi güzel yetiştirdiler. Ki o zaman Köy Enstitüleri olmasaydı, başka türlü okuyamazdık, hem gücümüz yetmezdi hem de bir ağanın marabası olmaktan öteye gidemezdik. Bir kişiye ömrümüzü feda ederdik.” diyor.
***
”Dinciler, yobaz ve dümdüz bir tebaa arzusundaydılar. Bugün bile, Alevi çocuğunu Sünnileştiren, hatta Sünniliğin bile diğer üç itikadını çekemeyen zorunlu din derslerinin kaldırılması bize hayal gibi gelirken, bu o dönemde sağlanmıştı.
Rahatsızdılar.
Toprak ağaları ise tırpancı, orakçı yapacak adam arıyorlardı. Köy çocukları gelişti. Meclise kadar girmeye başladılar. Öğretmen oldular, müfettiş oldular… Bu da onların işine gelmedi.” diye devam ediyor.
***
”Köy Enstitüleri bizi aydınlattı, ufkumuzu açtı. Kapatılmasalardı, bugün Türkiye çok daha iyi koşullarda olurdu. Çünkü her şeyin başı olan bilimsel eğitim, bu kurumlardan, çok doyurucu ve istikrarlı bir biçimde adeta fışkırırdı.”
***
Sohbetimizin dakikaları ilerledikçe günümüze yaklaştık. Eğitimin iki farklı tanımını bile yapamayan milli eğitim bakanından, milli eğitimi Yücel’ten milli eğitim bakanına; cumhurbaşkanı geldiğinde en ufak taviz sanısının bile tartışma konusu olduğu enstitülerden, memleketin her zerresine işlemiş torpilciliğe; adilane ve özgün ölçme değerlendirmelerden, soruları çalınan ve şifreli sınavlara; bir yandan, Yaşar Kemal’in ifadesiyle, kendi kültürüne ve diline dönen, ek olarak, dünyayı da bilen Cumhuriyet çocuklarından, “Türkçeyi öğretemiyoruz.” diyen başka bir milli eğitim bakanına; çağının yükselen değeri olan Genç Türkiye’den, OECD’de eğitimde sonlara demirlenen Yeni Türkiye’ye; geçmişten günümüze pek çok eğitsel ve siyasal meseleyi konuştuk Aziz Alkaş’la.
***
DP’ye özel özen gösteren biri olarak sordum…
“İdam edilen başbakan bile bugünküler kadar suç işlememişti.” diyor.
***
”Son sözün?” diyorum…
Ağırıma gidiyor, diyor, yakışmıyor Türkiye’ye.




                                                                                                                         Cem Akıllı