Türkiye, koalisyon hükümetinin 45 gün süreyle
kurulamamasının ardından 1 Kasım tarihinde yeniden seçimlere gidiyor. 7
Haziran’da tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edemeyen Adalet ve
Kalkınma Partisi, 1 Kasım’da yeniden bir hüsran mı yaşayacak; yoksa istediğini
alacak mı bilinmez. Bilinen, seçim kazanıldığında “milli irade” olarak görülen
sonuçlar, seçim kaybedildiğinde “milli irade” olarak görülmedi. Aslında
“milli irade” ifadesinin kullanımı, bu durumdan önce de bir eksiği beraberinde
taşıyordu. Seçimde oy kullanan vatandaşların, sadece kendine oy veren kısmı
“milli irade”den ve “millet”ten sayılıyordu. Millet kelimesi, Türkiye sağında
“Yeter söz milletindir” sloganıyla, “Milletin adamları: Astınız, zehirlediniz,
yedirmeyiz” görselleriyle özel bir yere sahip. Benzer bir kullanım, halk
kelimesi nazarında Türkiye solunda var. Örneğin, “Halkımıza çağrıdır” ile
başlayan bildirilerde kastedilen halk “kurtarılmış bölge” olarak görülen
mahallelerde oturan ve bildiriyi yazanlarla aynı görüşte kalan insanlardır.
Çoğu siyasi sohbette ise “Bu halktan da bir şey olmaz” diye konuşur halkın bir
parçası olan ve halkı kendinden ayrı bir özne olarak gören insanlar. Oysa
çocukken öğrendiğim, halkın “Bir milletin günümüzde yaşayan hali” olduğuydu.
Kelimeleri farklı da olsa, güç sahiplerinin kendi
taraftarına ve kendinden olmayana bakışı aynı. Halk ve millet kelimeleri
bazında kalan bu basit karşılaştırmayı pek çok farklı alana yayabiliriz:
İktidar olan partilerin yanında iktidara alternatif olduğunu söyleyen örgütlü
yapılarda bir sorun var. Şiddeti yöntem olarak kabul eden sol örgütler, karşı
oldukları devlet düzenindeki pek çok araca ve uygulamaya kendileri de sahip.
“Herkesin özgür olması” adına mücadele ettiğini söyleyen bir grubun tüm
mensuplarının üzerinde tek tip bir kıyafet ve ellerinde tek tip bir flama
varsa, eleştirdiği devlet düzeniyle arasında bir fark görmek zorlaşıyor.
Foucault, muhalif gruplarda da benzer güç ilişkilerinin işlediğini söyler.
Toplumda var olan güç ilişkilerini pek çok grup, muhalefet adı altında kendi
içinde yeniden üretmektedir. Disipliniyle, liderin/ önderliğin
sorgulanmazlığıyla karşımıza çıkan yapılara bir alternatif lidersiz, yatay
örgütlenme yoluna gitmiş organizasyonlar olabilir mi, yoksa bu
organizasyonlarda da güç ilişkisi bir şekilde kendisini tekrar eder mi?
Pratikte karşımıza çıkan, yatay örgütlenmeye giden topluluk ya da platformlarda
da kimi insanların daha ön plana çıkmış olması. “Halk ayaklanması” olarak
görülen ve lidersiz olmasıyla göze çarpan Gezi Parkı eylemlerinde bile öne
çıkan konumda siyasetçiler; Sırrı Süreyya Önder gibi, oyuncular; Memet Ali
Alabora gibi, platformlar; Taksim Dayanışması gibi vardı.
Gezi’nin arkasına kurulan park forumları, doğrudan
demokrasinin bir örneği olarak karşımıza çıktı ve ezber bozdu. Yerel ve ya da
genel sorunlarını parklarda konuşan, ortak akılla çözüm bulmaya çalışan bu
forumlar zaman içerisinde kalabalıklarını yitirdi ya da dağıldı. Ancak ortaya
konan demokrasi biçimi, Türkiye’nin geleceğinde, şu anda siyasi partiler
üzerinden giden siyaset yapısının yerini alabilir. Ömrünü bir gün yitirecek
olan siyasi partilerle ülkeyi yönetme biçimi, yerini belki başkanlık sistemine
ve başkanın etrafındaki yöneticilere, belki de insanların kendi yerellerinde
toplanıp sorunlarını konuştuğu ve çözüme ulaştığı modellere bırakacak. Ancak bu
ikincisi gerçekleştiğinde de, farklı modellerin birbiriyle çatışması ve en
temelde ideolojik ya da dini olarak ayrışan ama aynı yerde, örneğin Tophane’de,
yaşayan grupların arasında meseleler doğması kaçınılmaz. Güçlü çıkacak
topluluk, bir diğerini yine ezecek.
Ezilenin güçlenince, kendisine yapılanı bir başka gruba
yapması hem Türkiye siyasetinin bir özeti, hem de dünya tarihinin. Dayak yiyerek
büyüyen çocuk, büyüdüğünde kendi çocuğunu dövüyor. Balkanlar’da katledilen
Türklerin ardından Anadolu’da Ermeniler ve Kürtlerin yaşadığı acıları,
Karabağ’da Azeri topraklarının işgali, Türkiye’de “Zazalar Kürt mü?”
tartışmaları izledi. Nazilerin toplama kamplarına götürdükleri Yahudiler ve
İsrail’in Filistin’de uyguladığı katliamlar ise bir başka örnek. Her
biri, var olan güç ilişkilerinin, güçsüz olanın güç kazanmasıyla yeniden
üretilmesi.
Dayak yiyen çocuğun kabuğunu kırması kolay değil. Devletin
ideolojik aygıtı olarak inşa edilen eğitim sistemine maruz kalan çocuklar,
gençlik yıllarında daha farklı siyasi reaksiyonlar göstermiyor, vicdanın
diliyle konuşmuyor olabilir. Ancak iktidar olanın görüşünü benimseyen,
propagandasına kanan gençlerin farklı düşünebiliyor hale gelmesi pek ala
mümkün. Kemalist ideolojiyle büyüyen ve lisede milliyetçi olan çocuklar,
üniversite yıllarında sol görüşleri benimseyebiliyor, Kürt Hareketi’ne dâhil
olabiliyor, ya da bir siyasi harekete eklemlenmeksizin sadece başkalarına karşı
empati geliştirmeyi öğreniyor. Bu değişimi, bazen üniversitedeki eğitim, bazen
arkadaş ortamı, bazen kitaplardaki bilgilere erişimi, bazen şahit oldukları
yeni olaylar, bazen internette kendisine benzemeyen onlarca farklı fikri bir
arada görüyor olması sağlıyor. 3 yıl önce Gezi Parkı’nda “Mustafa Kemal’in
askerleyiz” sloganını atarken sonrasında Demirtaş’a oy vermeyi düşünenler
olması, Gezi’nin getirdiği bir değişim olarak yorumlanabilir. Gezi’yle beraber
devleti tanıyanlar ve 30 yıldır medyanın ne gösterdiğini sorgulayanların bir
kısmı, Güneydoğu coğrafyasında yaşananlara da farklı bir gözle bakmayı öğrendi,
bir kısmı ise hala 30 yıllık pencereden bakmaya devam ediyor. Türkiye’deki her
genç, benzer koşullara sahip değil, benzer “aydınlanma”yı yaşatacak olayları
yaşamadı. Ancak o kişi de süreç içinde değişebilir. Bu da, bir olaya “vicdan”
ve “empati” ile yorum yapmayan kimseleri kesin bir dille yargılamamayı
gerektiriyor. Onun değişimine yardımcı olmak yerine, faşist diyip yargılamayı,
fikirlerine sansür getirmeyi tercih ederseniz, o değişimin süresi uzayacak ya
da değişim hiç gerçekleşmeyecektir. Ancak toplumumuz, yargılamalar ve yaftalar
üzerine inşa edildiği için, sizin o kişiye “faşist” dememeniz de zor.
Toplum, modern yaşantımızdaki “normal”leri belirleyip birey
üzerinde baskısını kuruyor, davranışlarımız, özgürlüğümüz üzerine limit
koyuyor. Nasıl düşüneceğine, nasıl yaşayacağına, neler yapacağına, neyi
söyleyeceğine karar verenler çoğu aileden ülke geneline kadar güç sahipleri.
Güç sahipleri, güç ilişkilerini; gerek uygulamaları, gerekse söylemleri ile
sağlamlaştırıyor. Ekşi Sözlük’teki “akp kurmaylarının fantastik beyanatları”
başlığını, henüz denk gelip baştan sona incelemediyseniz mutlaka bakın, insan
aklıyla dalga geçercesine edilen lafların bir derlemesi. Ancak bu önceden de
böyleydi. Hükümetler her zaman devletti ve Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi ya
da Anavatan Partisi’nin iktidarda olduğu yıllarda politikacıların söylemleri
daha az fantastik değildi; sadece o yılarda bunların derleneceği ve insanların
topluca göreceği bir sosyal mecra yoktu. Bu fantastik beyanatları iktidar
medyasında görmüyor olabiliriz, ya da söylenen sözler, farklı bir biçimde lanse
ediliyor olabilir. Kendini muhalif olarak konumlandırıp medyanın bu halini
eleştirenler, yine güç ilişkilerinin doğası gereği, karşı oldukları iktidar
yapılarının kötü bir kopyası. Kendisine alternatiflik addeden medya
kuruluşları, tarafsız olduklarını iddia etseler de, kendi yayınları da tarafsız
değil; karşı tarafın çizgisinde kalıyor. Karşı çıktığı propagandayı, sansürü,
doğrulanmamış bilginin yayımını o da yapıyor. Yani aslında karşı çıktıkları,
taraflı yayın değil; hükümetin medyasındaki yayın. Bir medya kuruluşunun,
herhangi bir taraftan yayın yapması bence sorun değil, ancak bunu yaparken
kendisine “tarafsız” olarak tanımlıyorsa sorun bu noktada başlıyor.
1 Kasım’da oy pusulasına basılacak olan mühür şimdilik
sadece kimin iktidar, kimin muhalefet rolünde olacağını belirleyecek. Güçlerin
iktidar tarafında da muhalefet tarafında da karşımıza çıkan benzerlikleri,
mührün daha fazlasını belirlemesine engel.
Can Pürüzsüz
Can Pürüzsüz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder