29 Ağustos 2015 Cumartesi

İKTİDAR KAVRAMI ÜZERİNE




Türkiye, koalisyon hükümetinin 45 gün süreyle kurulamamasının ardından 1 Kasım tarihinde yeniden seçimlere gidiyor. 7 Haziran’da tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edemeyen Adalet ve Kalkınma Partisi, 1 Kasım’da yeniden bir hüsran mı yaşayacak; yoksa istediğini alacak mı bilinmez. Bilinen, seçim kazanıldığında “milli irade” olarak görülen sonuçlar, seçim kaybedildiğinde “milli irade” olarak görülmedi.  Aslında “milli irade” ifadesinin kullanımı, bu durumdan önce de bir eksiği beraberinde taşıyordu. Seçimde oy kullanan vatandaşların, sadece kendine oy veren kısmı “milli irade”den ve “millet”ten sayılıyordu. Millet kelimesi, Türkiye sağında “Yeter söz milletindir” sloganıyla, “Milletin adamları: Astınız, zehirlediniz, yedirmeyiz” görselleriyle özel bir yere sahip. Benzer bir kullanım, halk kelimesi nazarında Türkiye solunda var. Örneğin, “Halkımıza çağrıdır” ile başlayan bildirilerde kastedilen halk “kurtarılmış bölge” olarak görülen mahallelerde oturan ve bildiriyi yazanlarla aynı görüşte kalan insanlardır. Çoğu siyasi sohbette ise “Bu halktan da bir şey olmaz” diye konuşur halkın bir parçası olan ve halkı kendinden ayrı bir özne olarak gören insanlar. Oysa çocukken öğrendiğim, halkın “Bir milletin günümüzde yaşayan hali” olduğuydu.
Kelimeleri farklı da olsa, güç sahiplerinin kendi taraftarına ve kendinden olmayana bakışı aynı. Halk ve millet kelimeleri bazında kalan bu basit karşılaştırmayı pek çok farklı alana yayabiliriz: İktidar olan partilerin yanında iktidara alternatif olduğunu söyleyen örgütlü yapılarda bir sorun var. Şiddeti yöntem olarak kabul eden sol örgütler, karşı oldukları devlet düzenindeki pek çok araca ve uygulamaya kendileri de sahip. “Herkesin özgür olması” adına mücadele ettiğini söyleyen bir grubun tüm mensuplarının üzerinde tek tip bir kıyafet ve ellerinde tek tip bir flama varsa, eleştirdiği devlet düzeniyle arasında bir fark görmek zorlaşıyor. Foucault, muhalif gruplarda da benzer güç ilişkilerinin işlediğini söyler. Toplumda var olan güç ilişkilerini pek çok grup, muhalefet adı altında kendi içinde yeniden üretmektedir. Disipliniyle, liderin/ önderliğin sorgulanmazlığıyla karşımıza çıkan yapılara bir alternatif lidersiz, yatay örgütlenme yoluna gitmiş organizasyonlar olabilir mi, yoksa bu organizasyonlarda da güç ilişkisi bir şekilde kendisini tekrar eder mi? Pratikte karşımıza çıkan, yatay örgütlenmeye giden topluluk ya da platformlarda da kimi insanların daha ön plana çıkmış olması. “Halk ayaklanması” olarak görülen ve lidersiz olmasıyla göze çarpan Gezi Parkı eylemlerinde bile öne çıkan konumda siyasetçiler; Sırrı Süreyya Önder gibi, oyuncular; Memet Ali Alabora gibi, platformlar; Taksim Dayanışması gibi vardı.
Gezi’nin arkasına kurulan park forumları, doğrudan demokrasinin bir örneği olarak karşımıza çıktı ve ezber bozdu. Yerel ve ya da genel sorunlarını parklarda konuşan, ortak akılla çözüm bulmaya çalışan bu forumlar zaman içerisinde kalabalıklarını yitirdi ya da dağıldı. Ancak ortaya konan demokrasi biçimi, Türkiye’nin geleceğinde, şu anda siyasi partiler üzerinden giden siyaset yapısının yerini alabilir. Ömrünü bir gün yitirecek olan siyasi partilerle ülkeyi yönetme biçimi, yerini belki başkanlık sistemine ve başkanın etrafındaki yöneticilere, belki de insanların kendi yerellerinde toplanıp sorunlarını konuştuğu ve çözüme ulaştığı modellere bırakacak. Ancak bu ikincisi gerçekleştiğinde de, farklı modellerin birbiriyle çatışması ve en temelde ideolojik ya da dini olarak ayrışan ama aynı yerde, örneğin Tophane’de, yaşayan grupların arasında meseleler doğması kaçınılmaz. Güçlü çıkacak topluluk, bir diğerini yine ezecek.
Ezilenin güçlenince, kendisine yapılanı bir başka gruba yapması hem Türkiye siyasetinin bir özeti, hem de dünya tarihinin. Dayak yiyerek büyüyen çocuk, büyüdüğünde kendi çocuğunu dövüyor. Balkanlar’da katledilen Türklerin ardından Anadolu’da Ermeniler ve Kürtlerin yaşadığı acıları, Karabağ’da Azeri topraklarının işgali, Türkiye’de “Zazalar Kürt mü?” tartışmaları izledi. Nazilerin toplama kamplarına götürdükleri Yahudiler ve İsrail’in Filistin’de uyguladığı katliamlar ise bir başka örnek.  Her biri, var olan güç ilişkilerinin, güçsüz olanın güç kazanmasıyla yeniden üretilmesi.  
Dayak yiyen çocuğun kabuğunu kırması kolay değil. Devletin ideolojik aygıtı olarak inşa edilen eğitim sistemine maruz kalan çocuklar, gençlik yıllarında daha farklı siyasi reaksiyonlar göstermiyor, vicdanın diliyle konuşmuyor olabilir. Ancak iktidar olanın görüşünü benimseyen, propagandasına kanan gençlerin farklı düşünebiliyor hale gelmesi pek ala mümkün. Kemalist ideolojiyle büyüyen ve lisede milliyetçi olan çocuklar, üniversite yıllarında sol görüşleri benimseyebiliyor, Kürt Hareketi’ne dâhil olabiliyor, ya da bir siyasi harekete eklemlenmeksizin sadece başkalarına karşı empati geliştirmeyi öğreniyor. Bu değişimi, bazen üniversitedeki eğitim, bazen arkadaş ortamı, bazen kitaplardaki bilgilere erişimi, bazen şahit oldukları yeni olaylar, bazen internette kendisine benzemeyen onlarca farklı fikri bir arada görüyor olması sağlıyor. 3 yıl önce Gezi Parkı’nda “Mustafa Kemal’in askerleyiz” sloganını atarken sonrasında Demirtaş’a oy vermeyi düşünenler olması, Gezi’nin getirdiği bir değişim olarak yorumlanabilir. Gezi’yle beraber devleti tanıyanlar ve 30 yıldır medyanın ne gösterdiğini sorgulayanların bir kısmı, Güneydoğu coğrafyasında yaşananlara da farklı bir gözle bakmayı öğrendi, bir kısmı ise hala 30 yıllık pencereden bakmaya devam ediyor. Türkiye’deki her genç, benzer koşullara sahip değil, benzer “aydınlanma”yı yaşatacak olayları yaşamadı. Ancak o kişi de süreç içinde değişebilir. Bu da, bir olaya “vicdan” ve “empati” ile yorum yapmayan kimseleri kesin bir dille yargılamamayı gerektiriyor. Onun değişimine yardımcı olmak yerine, faşist diyip yargılamayı, fikirlerine sansür getirmeyi tercih ederseniz, o değişimin süresi uzayacak ya da değişim hiç gerçekleşmeyecektir. Ancak toplumumuz, yargılamalar ve yaftalar üzerine inşa edildiği için, sizin o kişiye “faşist” dememeniz de zor.
Toplum, modern yaşantımızdaki “normal”leri belirleyip birey üzerinde baskısını kuruyor, davranışlarımız, özgürlüğümüz üzerine limit koyuyor. Nasıl düşüneceğine, nasıl yaşayacağına, neler yapacağına, neyi söyleyeceğine karar verenler çoğu aileden ülke geneline kadar güç sahipleri. Güç sahipleri, güç ilişkilerini; gerek uygulamaları, gerekse söylemleri ile sağlamlaştırıyor. Ekşi Sözlük’teki “akp kurmaylarının fantastik beyanatları” başlığını, henüz denk gelip baştan sona incelemediyseniz mutlaka bakın, insan aklıyla dalga geçercesine edilen lafların bir derlemesi. Ancak bu önceden de böyleydi. Hükümetler her zaman devletti ve Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi ya da Anavatan Partisi’nin iktidarda olduğu yıllarda politikacıların söylemleri daha az fantastik değildi; sadece o yılarda bunların derleneceği ve insanların topluca göreceği bir sosyal mecra yoktu. Bu fantastik beyanatları iktidar medyasında görmüyor olabiliriz, ya da söylenen sözler, farklı bir biçimde lanse ediliyor olabilir. Kendini muhalif olarak konumlandırıp medyanın bu halini eleştirenler, yine güç ilişkilerinin doğası gereği, karşı oldukları iktidar yapılarının kötü bir kopyası. Kendisine alternatiflik addeden medya kuruluşları, tarafsız olduklarını iddia etseler de, kendi yayınları da tarafsız değil; karşı tarafın çizgisinde kalıyor. Karşı çıktığı propagandayı, sansürü, doğrulanmamış bilginin yayımını o da yapıyor. Yani aslında karşı çıktıkları, taraflı yayın değil; hükümetin medyasındaki yayın. Bir medya kuruluşunun, herhangi bir taraftan yayın yapması bence sorun değil, ancak bunu yaparken kendisine “tarafsız” olarak tanımlıyorsa sorun bu noktada başlıyor.
1 Kasım’da oy pusulasına basılacak olan mühür şimdilik sadece kimin iktidar, kimin muhalefet rolünde olacağını belirleyecek. Güçlerin iktidar tarafında da muhalefet tarafında da karşımıza çıkan benzerlikleri, mührün daha fazlasını belirlemesine engel.

                                                                                                                   
                                                                                                         Can Pürüzsüz